Fotoğrafım
Çok konuşan, çok yazan öyle herhangi biri işte...

18 Haziran 2019 Salı

BALKANLAR GEZİSİ 11/06/2019-16/06/2019

Arnavutluk/Tiran,
-(Kuzey) Makedonya/Ohrid, Üsküp
-Kosova-/Priştine, Prizren
Etiketler
-Karadağ/ Budva, Kotor

Balkanların bir kısmına bir bakıp çıktık. İlk Tirana indi uçağımız, araç kiraladık ve Ohrid. İnsanların yeşile çok dokunmadığı güzel bir şehir. Patikadan inerken yılana bile rastladığımız doğallıkta. Göle girmedik ama üzerinde küçük bir tekne turu yaptık ki suyun dibi gözükür berraklıkta ve derin olduğu söylendi. Kaldığımız ev; 1 yatak odası ve oturma odasında mutfak olan küçük ama balkon manzarası ile bizim beğenimizi kazandı, temiz ve düzenliydi. Öğle yemeğini Türkçe bilen Neim ustanın yerinde yedik, oranın meşhur olan köftesi tavsiye edildi, biz de onu tercih ettik. Şehir sedef taşları ile ünlüymüş anı olsun diye alış verişimizi de yaptık.
İkinci gün başkent Üsküp'e (Skopje) geçtik. Şehirde, bütün şehirlerde olduğu gibi, yaya geçitlerinden geçerken ki rahatlık çok güzeldi. Meydanında bir çok heykel vardı. Hepsinin bir anlamı elbette vardır ama ben dersime çalışmadan gittiğimden çok anladığımı söyleyemeyeceğim. Deprem müzesine gittik ve oradaki anı defterine biri 'Acınız acımızdır yazmış' Acı her dilde her herde aynı gerçekten, bina depremin verdiği hasarla bırakılmış üzerindeki saat deprem saatinde kalmış, etkileyiciydi. ilk gün kaldığımız evden daha eski ama daha büyük bir evde kaldık. Üsküp'de Matka Kanyonuna gittik ki benim için bu gezinin en güzel, en unutamayacağım yeri orası diyebilirim. İnsanın cidden dokunmadığı yeşilli, doğallık, huzur... Böyle bir yer belki Türkiye'de vardır ve abartıyorumdur ama şimdilik ben görmedim. (çokta Türkiye'yi gezdiğim söylenemese de). Kosava'da Priştine, yine bir başkent Newborn Meydanını gördük, küçük bir şehir turu yaptık, bir kaç çikolata falan aldık. Bu başkentte kaldığımız ev; yeni, temiz ve balkonuna kadar özenle döşenmişti. Oraya kadar gitmişken bir de yolumuzun üzerinde olduğundan; Kosava savaşında şehit olan 1. Murat'ın Türbesini ziyaret ettik, Türkçe konuşan türbedar ile aynı yerde bulunan müzeyi bize tanıtan Muhammer ile sohbet ettik. Hemen uyardılar bizi; buradan Sırbistan'a geçiş yok, onlar bizi tanımıyor, yok sayıyor dediler. Bizim de oraya gitme planımız yoktu (Hoş bizi de vizesiz almıyorlar zaten). Aynı gün Prizren'e geçtik çok kalamadık, kalesini uzaktan gördük. Meşhur denilen köfteden burada da yedik, havasını aldık ve yola koyulduk.
Karadağ'a gece 9-10 gibi gittik. Budva'da kaldık ve evimizi tesadüfen bir Türk ev sahibinden kiraladık. Ev sahibimiz 6 ay olmuş bu şehre geleli. Evimiz yine güzel ve temizdi. Deniz kenarında küçük güzel bir şehir. Gece valizlerimizi eve bırakıp, sahil kenarındaki old town' da dolaştık. Tesadüfen sahilin diğer tarafında bira festivali varmış ama yol yorgunluğu ağır bastı eve dönp yattık. Sabah ilk kez yanımızda ingilizce bilen arkadaşımız olmadan marketten alış veriş yaptık; Biraz İşaret dili, biraz kelime İngilizcesi ile İdare edebildik. Ayaklarım bu yıl ilk kez denize orada değdi, biraz sahil gezisinden sonra Kotor'a geçtik. Kotor da old town denilen şehri gezdik, yine deniz kenarı, yine güzel bir şehir. Çıkarken Sveti Stefan denilen küçük ada şehrini gördük uzaktan. 
Gezimizi başladığımız Tiran da sonlandırdık. Rezervasyon yaptığımız evin sahibinin yoğunluğundan dolayı, onayladığımız evde kalamadık. Hemen yeni bir ev ayarlamak yerine bir hotel odası kiraladık, bir evin rahatlığı yoktu elbette ama sahiplerinin inceliği sayesinde mutlu ayrıldık oradan da.
Ülkeler arası yollar çok virajlı olduğundan yolculuğun akşam üzeri erken saatlerde yapılması iyi oldu geç saatlerde dar yollardan, karşıdan da arabaların geldiği bir yol olduğundan tehlikeli gibi. Geçişlerde çok büyük sıkıntılar yaşamadık. biraz kuyruk vardı dönüş yolunda ama zamanımızı çok etkileyecek kadar değildi.
5 geceye 4 ülke sığdırmak ancak bu kadar sorunsuz ve güzel olabilirdi diye düşünüyorum. Fakat zamanınız, tatiliniz uzunsa saydığım bir kaç günde 2-3 kalınabilinir sıkılmadan.Adını hatırlayamadığım kiliseler ve camileri ziyaret ettik. Şehitlerin kendileri müze gibi ama içlerinde var olan müzeleri de gezdik.
...
Kısacası kısaydı, yorucuydu, sıcaktı ama değdi tüm bunlara:)

26 Aralık 2016 Pazartesi

KÖYDE BİR NİLÜFER ÖYKÜSÜ


18 Temmuz 2006 tarihinde yaşanmış gerçek bir olaydan esinlenilmiştir…

Köyde büyüdüğüm için bazen mutlu, bazen üzgün oluyorum. Yani sorun köylü olmak değil. Köyde olanları görerek, cahilliği fark ederek büyümek, tanık olmak kulaktan duyulan, uzak sanılan çaresizliğe...

21. yüzyılda büyük şehir olmuş bir ilin gelişmeye açık, orta sınıfının çok olduğu, ilçesinin okuyan kişi sayısının çok olduğu bir köyünde cahillik yüzünden beş yaşında bir kız annesiz kaldı bugün.

Köyde yetişmiş bu anne Nilüfer dört çocuklu bir ailenin en büyük kızı. Bu kızın zamanında köyde çok okuyan yok o d, ilkokulu bitirmiş sonrasında ortaokula gönderme gereği duymamış ailesi ( 8 yıllık eğitim mecburu değil o zamanlar). Bir küçük olanda kız, onu da ilkokuldan sonra okula göndermemişler bunun ki biraz maddi durumdan dolayı artık okumaya sıcak bakmaya başlamış köy çünkü onun yaşındakilerin bazıları gitmiş ortaokula. Bundan sonraki erkek birazda daha şanslı köy sekiz yıllık zorunlu eğitimden sonra ortaokula kavuşmuş durumdaymış. Ortaokulu normal bir şekilde bitirip meslek lisesine de gönderiliyor oradan da yüksek okula gidiyor. İlçeye il deki üniverstenin bölümleri açılmış. Bölümü için bilgisayar gerekli olmuş, çobanlık yaptığı babası onu da almış. Şimdi eğitimine devam ediyor. En küçük kardeşi belki daha da şanslı olacak daha iyi bir üniversite kazanacak.
Nilüfer evlenmiş köyden bir adamla o da ilkokul mezunu. Öyle köyde ki tabirle isteşerek falan değil görücü usulü ile evlendiriliyorlar. Şikayetçi olmuyorlar da durumlarından, köyde birbirlerinde daha iyisini mi bulacaklar. Evlenince herkes gibi onlarda evlenip çocuk yapıp sonra bir daha çocuk yapıp, çalışıp hayatlarına devam edeceklermiş.

Bir kızı olmuş önce Nilüfer'in, ailesi ve o mutlu, dünyaya yeni gelen bir bebek. Adını Nida koymuşlar, kim istedi bilmiyorum bu adı vermeyi bebeğe. Bağırtı, ses anlamına geliyormuş. Hoş anlamını araştırıp mı koydular yoksa kulaklarına mı hoş geldi bilemem. Belki de annesi ve babasının yapamadıklarını haykırması içindir...

Evliliklerinde her şey normal gidiyor, yani normal bir evlilikte olması gereken her şey var. Yeni bir çocukları olsun istiyorlar bu da oluyor Nilüfer hamile kalıyor. Çocuk sadece sekiz ay kalıyor karnında, ölü doğuyor hem de erkek... Doğumdan sonra hastaneye kaldırılıyor. Hamileliyi boyunca hiç hastaneye gitmemiş. Doktorlar muayene ediyorlar ve bir daha hamile kalmasının riskli olduğunu söylüyorlar. Ama onlar nereden bilsinler ki köyde tek çocukla olunmayacağını hem de bu çocuk kız. Bir erkek çocuk, büyür evde kalır köylerde, kız çocuk evlenir gider. Bu yüzden tek olacaksa erkek olsaydı olurdu ama kız ise ikinciyi denememek olmaz.

Nilüfer ve eşi aldıkları riskin farkında olmadan bir daha çocuk yapıyorlar. Büyükler ve çevresi de onları destekliyor, seviniyorlar. Allah’ın verdiği bir canı geri çevirmek olabilir mi? Ve aylar geçiyor olan oluyor; tekrar sekiz aylık bir bebek, ölü doğum. Doktorlar bir daha anlatıyorlar riski. Çocuk istiyorsan da hamileliğin boyunca hastanede kal diyorlar. Ama hamile olmak hastalık değil ki neden hastaneye gitsin bunun için, anlamıyor Nilüfer. Bir süre vazgeçiyorlar bebek düşüncesinden.

Durumları normalden biraz iyileşiyor yeni bir eve başlıyorlar. Yepyeni bir ev köyde, yeni eve bir de yeni çocuk olsa güzel olur diye düşünüyorlar. Dışarıdan bakıldığında ne eşinin ne de onun bir rahatsızlığı var. Hem eşinin anne babası hem de kendi anne babası da yeni bir torun istiyor. Etraftan konu komşuda bir taneyle kalma ne olacak, yapın bir tane daha çocuk diyor. Sonun da tekrar çocuk yapmayı deniyorlar ve oluyor, yine hamile kalıyor Nilüfer. Bu sefer sekiz ayı geçmiş dokuzuncu aya girmiş çocuk ve Nilüfer yine hastaneye gitmemiş dokuz ay boyunca. Tesadüfen köy ebesiyle komşusunda karşılaşıyor. Doktora gitmesini vurguluyor ebe, onunda uyarılarına kulak asmıyor Nilüfer. Her şey yolunda gözüküyor çünkü o ana kadar.

Yine gününden önce doğum gerçekleşiyor. Doğum sancıları başladığında hastaneye götürülüyor Nilüfer ama çocuk ölü doğuyor. Hastanede kalmak istemiyor Nilüfer, belki daha fazla masraf olmasın diye belki de sağlıklı çocuk doğuramadım diye kendini suçladığından. Eve geliyor tekrar, fakat bu sefer daha önceki doğum sonraları gibi değil daha yorgun, bitkin. Evde daha da fenalaşıyor ilçe hastaneleri kabul etmiyor, direk ile sevk ediyor yapacak bir şeyleri yok. Komaya girmiş beyinciğinde bir problem varmış.

Evde kızı, annesi, eşi...yalnızca onun dönmesini istiyor, yeni çocuk falan lazım değil. Fakat bu sefer yeni doğum yaptığı çocuğunun yanına gidiyor...

Bu hikayede anlatılanlara ister cahillik deyin ya da ne derseniz deyin ama 21. yüzyılda bu olayların olması senin- benim, herkesin suçu değil de ne?




18 Temmuz 2015 Cumartesi

TANIMAK,TANIŞMAK...

Yanına uzanmış adama baktı; tanıyor muydu bu adamı? Tanımasa yaklaşık 6 aydır yanında ne işi vardı, arada yatağına bile ortak oluyordu hatta. Yinede emin değildi kendinden. Birini tanımak için o kişi hakkında ne kadar bilgiye sahip olunması gerekiyordu acaba. Adamın ne kadar iyi öpüştüğünü biliyordu mesela. Hoş bunu söyleyebilmek için baya bir adamla öpüşmesi gerekiyor ki elinde kıyaslama yapabilecek kadar veri yok. Belki de kötü öpüşmekte adam, ama o memnun işte adamın halinden diyelim. Konumuza dönelim; birini tanımak!
Adı:...
Soyadı:...
Ana Adı:...
Baba Adı:...
Ne yani bunun sonu, birini tanımak için nelerini bilmek gerekir. Bu nüfus cüzdanı bilgileri gerekli midir mesela? Yoksa birini tanımak hani şu bilindik atasözü gibi  ‘Birini tanımak ya alışveriş etmeli, ya yola gitmeli’ mi? Gerçekten. Bunlar yeterli mi peki birinden emin olmak için? Alış veriş etmek? Daha ne verebilirdi ki adama? 6 ay uzun bir zaman insan hayatında ondan almış ve vermişti adama dolu dolu bu zamanı.  Birbirlerinin teri terine karışmış, kokusu bulaşmıştı vücutlarına, her öpüşmelerinde tükürükleri birleşmişti. Alış verişse, en sonunu düşünmeden karşılıklı, geçmişti vücutlarında ki mikroplar birbirlerinden birbirlerine. Hani ağızdan geçen hastalıkları düşünürsek bu alış verişte azımsanacak kadar az değil. Peki yola çıkmışlar mıydı hiç? Uzun soluklu bir gezi planlayamamışlardı belki ama. 6 aydır. Bulundukları şehirde hep yanyaya yürüdüler.
Tanıyordu adamı, iddia edebilirdi herhalde bunu. Aç kalan insanların var olduğunu, eğitim şartlarının herkese eşit şekilde ulaşmadığını, Kadın erkek eşitliğinin ne yazık ki olmadığını... biliyordu ülkesinde adam, bunlara tepkisiz sessiz değildi. Hayatı boş vermiyordu, bana dokunmayan bin yıl yaşasın diyenlerden değildi. Aslında onun gibi, çoğunluğun yanında değildi yani adam. Ama o da onun o tarafını da seviyordu işte. Eee bunları bilmek, ne kadar tanımak? Yani bir çok arkadaşı, yanında olan insanları da bu kadar biliyor.
Farklı olan, bakmak yüzüne toplum içinde, kimse anlamasa da senin onun üzüldüğünü görebilmek ya da sıkıldığını hissetmek topluluktan ve bir bahane bulup kaçırmak oradan, gerekirse kendini kötü ederek. Ya da olmadık bir yerde öyle konuşurken bir anda seni hissetmek istediğini hissetmek. Olmadık yer mi olur sevdiğine sarılmak için? Olur işte; Böyle bakarsın sevdiğinin gözünün içine o da sana bakar, gömülürsün içine, çekersin kokusunu ciğerlerine, oysa sadece gözleriniz değiyordur birbirine. Bu da tanımak olmadı şimdi, aşk diyorlar bazı yerlerde bunun adına. Aşık olmak içinde tanıyor olmak gereksiz. Aşk tanımlarında anlık anlatıl. Seçilmez aşık olacağın insan; kirliye, temize, çirkine, güzele, bağımlıya... anlık bir bakış, bir olay beklenmeden olur biter farkına varmazsın. Aşık olabilir miyim diye düşündü kadın. Onu nasıl anlayacaktı? Aklındaki konu aşk değildi ama şimdi. Hem aşkı sorgulamak kimin haddine düşmüştü kadın sorgulasındı.
Kadın baktı adama. Uyuyor muydu ki hala? Uyuyorsa da birazdan uyanacak; gözlerini hafif aralayacak önce bakacak bakayım ondan önce uyanmış mı kadın diye? Uyanık olduğunu görünce kadının gülümseyecek önce; içten, samimi bir gülümseme. Kadına dünyanın en özel insanı hissettirecek kendine, sanki onu uyandığında yanında görmek dünyanın en mutlu anıymış, bu anı yaşamak bir ömre bedelmiş gibi. Sonra kadına bu an için teşekkür edermiş gibi bir buse konduracak dudaklarına. Sabah sabah daha gözlerini açar açmaz bir adam öpecek, tanıyıp tanımadığını sorgulayan bir adam, diye düşündü kadın. Kızdı kendine kadın, her şeyden habersiz öylece yanında uyuyan adama bakarak. Böyle düşündüğüne utandı birazda, acaba adam düşünüyor muydu böyle?
Arkadaş olamamıştı onlar hiç, belki de bu yüzden kadın sorguluyordu bu kadar kendini. Daha ilk konuşmalarında birbirlerinden etkilendiklerini söyleyerek başlamışlardı söze. Sonrada tanışma fırsatı bulup bulmadıklarını sorguladı durdu kadın. Ama adam ne düşünüyordu bunun hakkında bir türlü öğrenemiyordu kadın. Beraberken çok iyi anlaşıyorlardı. Öyle birbirlerinin arkadaşlıklarına ortak etmeye çalışmadılar kendilerini, genelde yalnız takıldılar şimdiye kadar. Sabah uyandığında neler yapacağını, nasıl yemek yediğini, hangi yemekleri sevdiğini, neler dinlediğini, neler okuduğunu, nelerden hoşlanacağını, gece yatarken ne giydiğine kadar biliyordu. Ama bir insanı tanımak için nelerin yeteri kadar gerektiğini bilmiyordu kadın işte.
Kadınının sorguladığı biz olabilmek, karışmaktı birbirine öyle ben-sen olabilmekti. Her şey güzel giderken bir gün artık bitti deyip demeyeceğinden emin değildi mesela adamın. Belki de adamı iyi tanıdığından bunun böyle olduğunu biliyordu, belki de adamı tanıyamadığından onun ne istediğinden tam olarak emin değildi.
Kadın bunları düşünürken kapatmış gözlerini. Hangi ara kapanmış bilmiyor. Açtığında ona özlemle bakan bir çift göz. Sanki dün gece birbirlerine iyi geceler deyip ayrılmamışlar da yıllarca görmemişler birbirlerini, değmemiş gözleri gözlerine uzun zamandır. Adam hafif bir gülümsenin ardından dokundu dudaklarına... Kadın karşılık verdi adama, unuttu aklından onca geçen tanımak koşullarını, bir güne daha adamla başlamanın memnuniyeti ile..




Not: Bu yazı ve birkaç yazı daha başka bir sitede yayınlandı sonrasında silindi... Şimdi burada yaşamaya devam etsinler. Daha söze gerek yok...

20 Ocak 2014 Pazartesi

VE İSTANBUL...




Yeni bir şarkı eski bir hikaye...

İstanbul hangimiz borçlu kaldık birbirimize ya da alacak verecek kaldı mı aramızda? Benden yana hesap kesildi. Kaybettim, vazgeçtim senden, yıldım artık...bir çoklarının rüyalarında ki güzel kentisin sen; bir çoklarında mutluluğu, sevinci, hüznü, acıyı, hasreti, özlemi, umudu... aynı anda barındırıyorsun. Ama beni içine almadan karşına aldın...
Benden büyüktün ve seninle mücadele edemeyeceğimi en başından beri biliyordum.
Her ne olursa olsun seninle aynı yolu yürüyebiliriz sandım ama olmadı yapamıyorum. Yaşanmamışlıklar yüzünden yıpranıyorum, kendimle çelişiyorum, amacımın ne olduğunu şaşırıyorum, hayatıma yeni bir yol çizemiyorum...
Yeni bir gelecek hayal edeceğim kendime ve bu gelecekte sen sadece birkaç günlük gezi planlarımda yer alacaksın. Yoksun artık hayatımda. Ben senin hayatında hiç olamadım zaten, hayatında olamadığım başka birinin yüzünden seninle yakınlaştık, sevdim seni her zamankinden çok ve şimdi de onun yüzünden olamadan sende, vazgeçiyorum senden.
Aslında Aziz Nesin'in romanlarından seviyorum seni, yaşattığın insanları, uzun trafiklerini, boğazını, maviliğini, gürültünü...
Hayatımı kimsenin etkilemesine izin vermem derim genelde.Çok büyük konuşmuşum. İlişkiler hakkında ki bilgisizliğimi atlamışım.Bak hayatında olamadığım biri için vazgeçiyorum senden.
Kesin bilemiyorum aslında, belki bir gün diyorum yine yollarımız kesişir seninle. Yepyeni bir başlangıçla. Ayaklarımın üzerinde sadece kendim için durduğum, kararlarımı sadece kendim için aldığım, aklımın karışmadığına tam olarak inandığım bir zamanda.
Şunu tekrar belirteyim seni birisi için sevmedim. Uzağımda ki hayalimdin sen benim. Çocuk ürkekliğiyle yavaş yavaş yaklaşıyordum sana, gözlerimin kamaşmasına izin vermeden açıyordum, beni hazırlıksız etkileme diye. Biri çıktı karşıma sana aşık. Ben bana aşık olmasını isterken, sana aşık biri.Ondan dinledim seni. Dinledikçe hak verdim, hak verdikçe dinledim... O seviyor diye de sevdim, anladım seni. Şimdi zaten bunu karıştırıyorum o mu, ben mi sevdim seni diye.
Onun seni sevmesini kıskanmadım,yanımdayken o,katılıyordum ona. Senin uçsuz bucaksız maviliğin vardı, benimse hiç rengim yok, yalnızca severim maviyi ben... Düşünüyorum da hala kıskanmıyorum seni, imreniyorum ama için için... Ne güzel birisin be İstanbul bir çoklarına nazını geçiriyorsun ya helal olsun. Belki de hiçbir aşkı, insanı, acıyı,rengi, dili, dini...yargılamadığından, hepsini içinde barındırdığından böylesin. Dedim ya olmuyor. Ben vazgeçtim senden anlamaya çalışmayacağım seni...Belki ilerde kendim için yaparım bunu. Yalnızca kendim için, kendi hikayelerimle... 
15 Eylül 2006, Cuma
saat: 13:55
(ESKİLERDEN)


Kaç yıl geçmiş bir şehirle kavga etmeyeli...?!


23 Aralık 2013 Pazartesi

GÜÇLÜ OLMAK!?

Bütün erkekler hep güçlü kalmak zorunda mıdır? Ağlamaya, üzülmeye hiç hakları yok  mudur? Ne zaman ellerinden alınmıştır bu hakları? İnsanlar doğarken eşittirler; hangi cins olursa olsun ağlamakta özgürlerdir, hatta ağlamaz ise garipsenir. Büyürken tüm çocuklarda düşe kalka, ağlaya zırlaya büyür. Ama ne oluyorsa bu erkeklere herhalde büyüdüğünde oluyor, erkekler ağlamaz hatta erkek adam ağlamaz deniliyor. Ve kim hangi ara demişse bu sözü herkesi inandırmış olacak ki gerçekten gülmek kadar doğal olan, ihtiyaç olan bu duygu belirtisini tüm erkekler kendilerine yakıştıramaz oluyor. İşin kötüsü kendileri hiç fırsatını kaçırmadan ağlayan kadınlarda inanır olmuşlar bu duruma.
Ağlamak güçsüzlük mü peki? Ağlamanın zıttı gülmekse, oda güçlülük mü yani? Yine erkeklerden devam edelim. Hangi ara ağlamayı unutturuyoruz erkeklere. Ya da biz ağlamayı unutturduğumuzu düşünüyoruz. Ama onlar bunu kendilerine yakıştırmadıkları, güçsüzlük diye adlandırdıkları için ağlamayı erteliyor, gizliyorlar gözyaşlarını, biriktiriyorlar içinde...
Bir erkeğe ağlamak yakışmıyor kadınların gözünde nedense. Ağlayan bir erkek görüldüğünde 'Karı gibi ağlıyor' diye çirkin bir benzetmeyi bir kadının ağzından bile duyarsınız. Kadını küçük gördüğünden söylemez bu sözü, kadınlar ağlayabilir 'Karı gibi' ama erkekler ağlamamalıdır onun gözünde. Bense çok insani buluyorum hatta bir özgüven belirtisi gibi geliyor bana bir erkeğin gözyaşlarını akıtabilmesi, gerçekten hissettiğinde gizlemeden. Ama toplumda kabul görmüyor bu durum her iki cinsin gözünde.
Erkek olmak... Anneni kaybettiğinde gözyaşlarını içine akıtmak. Babanı zamansız kaybettiğinde insanlardan uzaklaşmak ve onların göremeyeceğini anlayınca ağlamak. Felç geçirirken dahi kontrolünü kaybetmemek... benim en yakın tanıdığımın adamda ki tanımı. Hem de konuştursak eşitlik üzerine hepimizden fazla cümlesi vardır. Ama ezilenleri hep kadın olarak düşündüğünden erkeklerin böyle bir konuda haksızlığa uğradığını kabul etmez ya da bu ayrıntı gereksizdir onun için. Öyle öğrenmiştir, erkek olmak; güçlü kalmak, duygularını gizli tutmaktır.
Erkekler hakkında ahkam kesecek kadar adam tanımadım. Ama tanıdıklarım arasında 'Babamın ölümüne ağlamadım, hastaydı kurtuldu. Ondan sonrada hiç ağlamadım' diyen, yani ağlamayı kendilerine yakıştıramayanlar çok.
Oysa gülmek kadar güzeldir ağlamak. Öyle her zaman hüzünlenince değil sevinince de arada damlar yaşlar. Yani ağlamak hep kötü sonuçlar demek değildir. Ve yerli yersiz akmaz yaşlar, gülmek kadar basit değildir, içten değilseniz dolmaz gözleriniz, sadece bir mimik belirtisi değildir, elinizi gözünüze götürmek zorunda kalırsınız.
Genelde kadın haklarından bahsederiz, erkeklerin verdiği ve erkeklerin kullandırmadığı bir dolu hak. Gerçekten mücadele edilmedir ama sadece kadınlar için değil. Erkeklerin, güçlü olmaları ya da güçlü görünmeleri için ellerinden alınan, duygularını gösterme hakları içinde. Çünkü o zaman insan gibi yaşayacağız, ilk doğduğumuz zaman ki gibi erkek ve dişi olduğumuz sadece fiziksel olarak ayırt edilecek. Daha güçlü ya da daha güçsüz olamayacağız ağladığımızda.

19 Aralık 2012 Çarşamba

ÖÇ(4)

Uzandı karanlığın içinde parlayan küçük düğmeye, tam dokunacaktı ki vazgeçti. Hoş alışmıştı da gözleri karanlığa. Uzun yıllardır oturduğu bu evde gözleri kapalı olsa bile neredeyse bulurdu yolunu alışmasa, karanlık kalsa da her yer. 
Eve gelmeden hazırlamıştı kendini her duruma. Hiç bir şey olmamış gibi davranacak; sıradan bir gün evine nasıl giriyorsa öyle olacaktı. Ama içeriye girer girmez bu kuralı ihlal etmişti, ışıkları açmadan evde ilerleyerek. Normalde kapıyı anahtarıyla açar holünün ışığını yakar, daha sonrada odasına gidinceye kadar bir kaç ışığı yakarak ilerlerdi evde. Öyle iç güdüsel olarak evde camdan kapıdan giren birileri varsa ona gözükmeden rahatça kaçsınlar diye belli ederdi kendini eve girer girmez sonrasında yatak odasına girip, evde kimsenin olmadığını düşündüğü halde, kapısını kapatır üzerini değiştirirdi. Bugün ise ışıkları yakmak istemedi. İlk kez eğer evinde ondan habersiz kalan biri varsa rahatsız etmek istemedi. Ya da bırakıp giderken yaşadıklarıyla yüzleşecek cesareti yoktu.
İçinden devamlı kötü bir şey yapmadım diyordu bir tarafı. Bir tarafı ise evli bir adamı baştan çıkardım, bir çocuğun babasıyla yattım diye aşağılıyordu kendini. Bir adım atabilmişti evin içinde, sadece bir adım. Geçirdiği geceden anlar geliyordu usuna. Hayalle gerçek arasında yaşanmıştı her şeyi. Nasıl bu kadar boş bulunmuştu? Nasıl bu kadar güzeldi her an? Asıl olan nasıl bu kadar özlemişti onu? Nasıl olur da daha ilk görüşte affetmişti onu? Nasıl eskisi gibi öpmüş, sarılmıştı ona? Her ne olursa olsun durdurmalıydım kendimi de onu da diye düşünüyordu. Sonra o niye durmadı, durdurmadı beni? Diye soruyordu kendine. Keşke tesadüfen karşılaşmış olsalardı. O zaman ikisi de eşit şekilde suçlu olurlar, hatta o daha çok suçlu olurdu diye düşündü. Sonuçta evli bir adamın karısının yatağından başka, bir kadının yatağında ne işi vardı. Üstelik isteyerek gelmişti onunla, hiç zorlamamıştı onu. İşte 'Zorlamamış mıydı' Resmen oyun hazırlamıştı ona karşısına çıksın, onunla sohbet etsin diye. Sadece sohbet ama. Onlar ne yaptılar geceyi birlikte geçirdiler. Hem de yaşadığı evde, bu gece ve diğer gecelerini geçireceği yatakta. Nasıl olacaktı tüm bunlar? Oysa gecenin sabahında nasıl da cesurca yazmıştı; bu gece geçmişte yaşandı. Bizim ayrılmadan önce ki son gecemizde. Dudaklarına kondurduğum buseden sonra bu bir rüya mı diye sormuştun. Ben de evet demiştim rüya uyumaya devam et. Ve uyumuştuk diye hatırlıyoruz ama yanılıyoruz aslında uyumadık o gece. Biz olduk. Birbirimizin olduk. Gibi gibi... yazmıştı ona bıraktığı mektup da. Fakat şimdi kendini inandıramıyor bu gerçeğe. Gerçek değil mi? Evli, hemde çocuğu olan bir adamla etik dışı bir ilişkide bulunmadı değil mi?
Evin girişinde öylece kalakalmıştı. Ne ilerleye biliyor, ne de çıkıp gitmek istiyordu. Nefes alırken bile korkuyordu kendi kokusundan başka bir koku hissetmekten. Çömeldi boşluğa biraz sakinleşmek, sağlıklı düşünebilmek için kendine ihtiyacı vardı. Böyle durumların vazgeçilmezi gözyaşları süzüldü gözlerinden, çekti dizlerini karnına.
Belki yarım saat belki bir saat sonra ağlamış kendine gelmiş, her zaman ki gibi kendi kendisini az da olsa teselli etmiş olarak kalktı ayağa. Bir çırpıda ışıkları yaktı. İlerledi evde tam yatak odasına çıkmak için merdivenlere yöneldi; bir ses, bir nefes sesi ile irkildi. Arkasında birinin olduğundan emindi. O olmasından hem korkuyor hem de onun olması için dua ediyordu. Ya da hayır duyar duymaz emin oldu gidemediğine. Nasıl o unutamamış ise yaşadıklarını o da unutamamıştı işte. Fakat şimdi nasıl davranacaktı; boynuna mı sarılmalıydı yoksa ona gitmesini mi söylemeliydi. Derin derin nefes alarak arkasına döndü ama kimse yok. Mutfaktan bir ses 'Abla dün geceden beri neredesin Allah aşkına? aradım cebin de kapalıydı. Bende nasılsa yedek anahtar var diye geldim, girdim eve.' Cevap veremedi kardeşine öylece kalakaldı merdivenin başında. Tabii kardeşi devam etti, cevap beklemiyordu zaten. 'Kahvaltılıkları bile toplamadan aceleyle nereye çıkıp gittin tatil günü?' Bu sefer artık bir cevap vermesi gerekiyordu bir şeylerin yolunda gittiğine inandırmak için kardeşini. 'İşim vardı aceleyle çıktım, uzun sürdü eve gelemedim işte. Hesap mı soruyorsun yorgunum, üzerimi değiştirip geleyim bir şeyler yiyelim' Kardeşini tanıyordu öyle onu ilgilendirmeyen şeylerin üzerine çok gitmezdi, yemek yemeği de sevdiğinden direkt konuyu onunla kapadı. O da zaten 'Yok ya ne hesap soracağım öyle merak ettim seni. Ben de çok açıp hadi gel de bir şeyler yapıp yiyelim' dedi ve üzerine gitmedi dün eve gelmeyişinin.
Odasına çıktı. Her yerde o vardı sanki. Sadece bir gecede tüm odayı doldurmuştu. Tam oturup yine ağlamaya başlayacaktı ki. Kardeşi aşağıdan ev de ne var, ne yapalım diye bağırdı? İlk kez kardeşinin ona gelmesine bu kadar mutlu olmuştu. Ve o mutfağını karıştırmadan aşağıya inmeliydi. Şimdi üzülme, kendine acıma zamanı değildi.
Her şey yoluna girecekti. Gitmişti işte. Kardeşi eve geldiğinde gitmemiş olsaydı o şimdi kardeşi hiçbir şey olmamış gibi davranmazdı herhalde. Acaba kaç gün kalacaktı inşallah uzun kalırdı yani o bu dönemi atlatıncaya kadar falan. Gecenin izleri silinmeyecekti ondan biliyordu ama en azından geçmişe itmeyi ,eski bir anıymış gibi düşünmeyi başaracaktı. İlk ayrılıklarında olduğu gibi bunda da kararı yalnız verip işini kolaylaştırmıştı sevdiğinin. Karısıyla, kızıyla mutlu yaşasınlar diye elinden geleni yapmıştı.
Öç almış mıydı şimdi?

14 Kasım 2012 Çarşamba

BEN VE YALNIZLIĞIM


Yalnızlık. İçi ne kadar boş gibi duran bir kelime oysa o kadar çok şey yazılıyor ki hakkında. 
TDK dan üşenmedim açtım baktım
1. isim Yalnız olma durumu, kimsesizlik
2. Kimse bulunmama durumu, ıssızlık, tenhalık
İki anlam yüklemişler hoş ikisi de aynı kapıya çıkıyor.
Daha cümlelerime nokta koymadan kendimle çeliştim. Önce içi boş ne demek dedim kendi kendime, sonra üşendim yazmış olmama takıldım. İnternetten açıp bakmak 30 saniyeni bile almazken üşenmemiş olmana mı övünüyorsun, dedim. Anlayacağın kafamda çok seslilik hakim. Ne kelimeleri tutabiliyorum ne de harfleri. Gerçek yazmak istediğim neydi ondan uzaklaştım gittim.
Yalnızlıktı konu. Kendimi yalnız hissettiğim anlar. 
Çok korkunçtur birinin yokluğunu hissetmek, yalnız olmak değildir yani. Etrafında bir dolu insan vardır ama 'O' yoktur. Gerçek yalnızlık hissi o olsa gerek, herhalde. Çok özlemek, alışkanlıkla her zaman olduğu yere bakmak ve boşlukla karşılaşmak... Vefat eden dedemin yerinin hiç dolmaması gibi.
Bir şehre gitmek zorunda kalırsın, işsizsen ve arayış içindeysen sınavlar, başvurular falan için. Büyümüşsündür, tek başına gidebilirsin tanımadığım bu şehirlere işte o kalabalık caddelerde tanıdık tek bir suret yoktur. İstediğin gibi göz gezdirirsin etrafına, gözlerinden yaşlar akar, şarkı söylersin, kimse dönüp ne yapıyorsun demez. Yalnızsındır.
Büyümek, aşık olmak, birine güvenebileceğini düşünmek, ölmek... Bunlar belki de yalnızlığı hissetmek, varlığını kabul etmek.
Ben en çok yolda yalnız olmayı severim içimden konuşur konuşur dururum, belki de dışımdan da konuşuyorumdur. Bilmiyorum. En fazla deli derler. Kim ne kadar akıllı ki derim bende?
Bisiklet sürmeyi çok severdim eskiden. Şimdi sevip sevmediğimi bile bilmiyorum. Uzun süredir hiç bisiklet sürmedim. Bisiklet üzerindeyken yalnız olmak bir başkadır, rüzgarın sadece sana değdiğini farz edersin. Kaldı ki öyledir de, o anda senin hızınla sadece sana dokunur, yalnız sana... Bir de salıncakta sallanmayı severim. Saatlerce hiç sıkılmadan sallana bilirim. Allah’tan ne kadar kilo alsam da, çocuklar için yapılmış salıncaklara sığmayacak kadar genişlemedim hiç, çünkü büyüklerin sallanma hakkı yokmuş gibi hep çocuklar içindir salıncaklar. Salıncakta sallanmanın yalnızlığı bir başkadır; kendi kendine bırakır seni, süzersin kendini, hafiflersin...
'Kalabalıklar için de yalnız kaldın mı?' sorusu vardır bir de. İlk duyduğun zaman çok afili bir şey zannedersin. Sonra anlarsın öyle çok da özenilecek bir şey olmadığını ama geç olmuştur. Biliyorsundur artık kalabalık içindeyken böyle bir hissin ne demek olduğunu. Herkes olsa da yanında 'o şarkıyı' dinlerken onun gözlerini arar gözlerin ya da yapılan aptalca bir konuşmada geçen bir kelime senin için çok özel bir anın nişanıdır ve o anın öznesinden başka herkes yanındadır olmayan herkese de ulaşa biliyorsundur bir şekilde, ama özne yasaktır. Kalabalığın ortasında yalnız-yalın kalırsın, üşüdüğünü hissedersin, yalnızlıktan üşürsün.
Yalnız kalmayı çok becerebilen biri olmadım küçüklüğümden beri. Hep ben ve benimkiler vardı kafamda öyle sohbet muhabbet yaşadım kendimce. Bu yüzden pek bilmem belki de gerçek yalnızlık nedir. Dilim döndüğünce döktüm öyle bir şeyler, ‘kendimce’ yalnızlığı.
Kocaman ailem oldu hep yanımda, büyüklükleri tarif edilemez arkadaşlarım. Gerçek anlamda neredeyse hiç yalnız kalmıyorum. Bunun için şükretmeliyim ki ediyorum.
Kaldı ki bu yazı yalnızken yazıldı, odada şuanda tek başınayım, fakat biliyorum; çığlık attığımda duyacak birileri hep oldu. Ve ne yazık ki(!) yalnız değiliz hiç birimiz. Sadece bazılarımız çığlığımızı duyuramıyoruz veya duyurmak istemiyoruz. Veya çocukça bir bencillikle fark edilmek istiyoruz. Veya gerçekten kime sesimizi duyurmak istediğimizden emin değiliz. Veya ve veya...