Fotoğrafım
Çok konuşan, çok yazan öyle herhangi biri işte...

16 Şubat 2012 Perşembe

ÖÇ (0)

Hafta da bir genel temizlik yaptırıyordu işe başladığından beri. Eşyalarının yerlerini değiştirmeden yapılan bu temizlik hoşuna gidiyordu. Her şeyi temizleyen kadın acaba, bu eşyalara kimlerin dokunduğunu ya da bu kitapları kimlerin okuduğu falan merak etmiyor muydu? Bazı temizlik günleri uyandığında yatak çarşafının ne kadar buruşuk olduğunu fark edip hemen düzeltiyordu, temizlik için gelen kadın yalnız bir kadının bu yatakta neler yaptığını tahmin etmeye kalkmasın diye. Temizlik için her hafta aynı kişiyi çağırmak yerine bir temizlikçi şirketinden her hafta onun için çok fark etmeyen birini göndermelerini istiyordu. Her hafta aynı kişi gelirse onunla konuşmaya başladığında, onu tanıdığında işlerini yaptıramayacağını düşünüyordu. Biliyordu kendini, bu şekilde bile temizlik için gelen kadına elinden geldiğince yardım etmeye çalışıyordu bir de biraz yakınlaşsa hiç işini yapmasını istemezdi. İş veren olmayı bir türlü öğrenemeyen biriydi ya da ablasının değimiyle 'köylü gelmiş, köylü gidecekti'.
Her hafta aradığı şirketin artık numarası mı tanıdık geliyordu, yoksa arayan herkese için mi bilmiyor ama, 'haftalık promosyonlarımız var, siz her hafta tekrar tekrar aramayın biz düzenli olarak gönderelim, isterseniz temizliğinden memnun olduğunuz kişiyi gönderelim...' açıklamasını yapıyor olmasından .başka bir temizlikçi şirketini araması gerekiyordu ya da kendisi yapacaktı temizliği. İyi de olabilirdi uzun zamandır karıştırmadığı dolapları, kutuları, açmadığı defterleri vardı. İşe başladığından beri çok karıştırmadığı geldi aklına. 
İşine yaramayan bir dolu eşya vardı evde; bir zamanlar çok değerli olan. Oturma odası ve mutfağı halletti önce. Onlardan öyle çok çer çöp çıkmadı. En çok çöp çalışma odasındaydı yılların birikimi vardı dolaplarda. Lise yıllarında daha bilgisayarlarla bu kadar haşır neşir olmadan deftere yazdığı günlüklerini buldu. Uzun yıllar yazmıştı; lisenin başından sonuna kadar iki defter, lisenin bitip üniversiteye hazırlık ve üniversitenin başlangıç zamanları bir defter. Lise yıllarında yazdıklarına göz gezdirdi önce, çocukça yazılmış yazılardı. Üniversitedekiler de bir şeylerin değiştiği, çocukluğun atıldığı belli oluyordu. O zaman ki sorunlarını, üzüntülerini, okudukça mutlu oluyordu. Unutmuştu temizliği falan hem ara da vermeliydi biraz. Sade bir kahve alıp devam etti karıştırmaya, aralara sıkıştırılmış kağıtlar vardı. Üniversiteye gidince defterini yanına götürmemişti fakat orada da duramayıp kağıtlara yazmıştı içini. Defterdeki yazılara göz gezdirdikten sonra, kağıtları okumaya başladı. Biliyordu bu kağıtlarda neler yazdığını, nasıl ilk heyecanını anlattığını ve okursa şu durumundan iyi olmayacağını... Okudu yazıları; ilk ne zaman aşık olmuştu, görür görmez aklına takılan ve bir daha ne yaşarsa yaşasın alamadığı o anın tadını ve onun ne zaman artık unuttum dese burnunu dolduran kokusunu.
Oda da oturmuş yıllar önce bitmiş, unutulmuş ilk aşkı için ağlıyordu. Gözlerinden akan yaşı silmiyordu inatla, kabullenmek istemiyordu bunu. Gözlerinden dudaklarının kenarına akan yaşlar ya boynunu izleyip üzerine damlıyor ya da kahvesinden aldığı her yudumda kahvesine karışıyordu. Yıllar önce evlendiğini duyduğu güne kadar; tenin kokusuna başka bir kadının kokusunun sindiğine, başka bir kadına sarıldığına, başka bir kadınla öpüşe bildiğine... inanmak bile istemiyordu.
Evlendiğini duyunca irkilmişti kendinden. Nasıl olurdu onu seven adam yeni birini sevebilirdi? Zorla mı evleniyordu? Hamile mi kalmıştı yoksa birlikte olduğu kişi? Hiç birinin olmadığını farkındaydı, adam sevmiş belki de aşık olmuştu. Bir gün adam eve işten dönerken elinde bıçakla adamı bekledi. Kalbine batıracaktı adamın. Ama nerede daha etkili olur diye düşünüyordu. Adam eve girerken zili çalacak, anahtarı olsa da içeride birinin olduğunu bildiğinden, tam o sırada arkasından seslenip karısının gözü önünde bıçağı kalbine batıracak. Bir gün elinde silah iş yerinin önünde vurmayı düşündü. Karısından uzak bir yerde öldürmeli onu diye düşündü hem böylece ölürken üzerine kapanıp ağlayan biri olmaz, yalnız ölür daha çok acı çeker. Bir gün evlerine hizmetçi olarak girip yiyeceklerine zehir katmayı falan düşündü... Kurduğu cinayet planları kendisine komik gelmeye başladı belirli bir süre sonra. Düşünmemeye başladı adamı aklının bir köşesinde o kadar çok öldürdü ki sonunda kendisi inanmıştı öldüğüne. Zamanla alışmıştı bu duruma hatta hayatına yeni birileri bile oldu.
Elinde tuttuğu kağıt parçalarında bıraktığı çocukluk heyecanını, sıkıntıdan oluşmuş hastalıkları için yuttu antidepresanları, uykusuz geçirdiği geceleri hatırladıkça söndürmeye çalıştığı hatta söndü sandığı intikam hırsı yeniden alevleniyordu. Yıllardır göz görmeyince gönlünden de uzaklaştığından eskiden olduğu gibi onu engelleyecek acıma duygusu da devreye girmiyordu. Hem bu sefer canını fiziksel olarak yakmak değildi istediği sadece öcünü alacaktı. Ne çirkin bir kelimeydi 'İntikam' fakat geç de olsa anlasın istiyordu, onun neler yaşadığını. Öyle çok acı çekmesin, sebepsiz yere terk edilsin yeterdi.
Teknoloji çağında iş telefonu bulmak, ona ulaşmak hiç de zor olmadı. Ayrıldıklarından beri birbirlerine çok yanlışları olmadığından iş bağlantısı gibi buluşma ayarlayıp, sonra da bundan eşinin haberi olmasını sağlayacak, sadece güzel giden evliliğini biraz bulandıracaktı. Birbirlerini gerçekten seviyorlarsa küçük bir ayrılıktan sonra kaldıkları yerden devam ederlerdi evliliklerine. Bu olayın sonun da ona ne olurdu onu da şimdiden düşünmek istemiyordu. Ama yaptıklarını gözünün içine baka baka o anlatacaktı adama...

13 Şubat 2012 Pazartesi

O VE ADAM

Yeni çıkan karıncalar için hoş geldin konuşmasından; 'Her zaman sessiz hareket eder, kimseyi rahatsız etmemeye özen gösteririz. Çok çalışır gibi görünüyoruz, öyleyiz de zaten ama çalışmayı sevdiğimizden değil bu. Diğer canlı türlerinin bizim hakkımızda en yanlış anladığı şey bu herhalde. Dünyaya gelirken yüzlerce, daha dünyaya gelen kardeşlerimiz ile birlikte tanıdık dünyayı hem de sadece bir dişi vardı bizim var olmamızı sağlayan. Görev dağılımında ona üreme düşmüş olduğunu anlarız büyüdükçe ve biliriz bizim de görevimiz vardır diğer büyüklerimiz gibi. Bir evde yüzlercemiz birlikte yaşarız ve yaşamak için yemek, ev kurmak, çoğalmak, yeni yerlere gitmek, yani çalışmak gerekir. Sizler de zamanla bunları anlayacak ve topluluğumuza uyacaksınız' diye anlatıyordu Dede, ilk tanıştıkları konuşmada . O ise çoktan düşünmeye başlamıştı bile en iyi nasıl olabilirdi. Herkesle birlikte gelmişti dünyaya ama onlardan daha farklı, daha çok başarılı olmalıydı.
Dede konuşurken yeni tanıştığı genç neslin üzerinde göz gezdiriyordu bir yandan, ilk konuşmalarda pür dikkat dinlenilmek isterdi. Ama illa ileri ki zamanlar da başına bela olacak, hayalperestler başka dünyalara uçarlardı. Onlardan biri takılmıştı gözüne, o konuştukça içinden bir şeyler geçirdiği hayal kurduğu kesindi.
Dede: 'Gençler ilk kural hayal gibi boş işlere ayıracak vaktimiz yok, bizler çalışırız sadece. Bunu bilin ve sakın boyunuzdan büyük işlere zaman harcamayın. Anlaşıldı mı?' dedi gözlerinin içine bakarak. Herkes gibi o da 'anlaşıldı' diyerek Dede' yi dinlemeye devam etti.
Dede: 'Bizim için en önemli alanlar yiyeceklerin toplu olduğu bölgeler...' Dede devamlı konuşuyordu o ise bir an önce bir şeyler yapmak istiyordu. Sonradan öğrenecekti bu bir sabır testi, işi özendirme konuşmasıydı. Yeni gelen nesle hep en olgun kişi yapardı bu konuşmayı. Konuşma biter bitmez herkes bir iş seçerdi kendine. O da seçmişti; yemek bulacaktı.
Bazen saatlerce geziyordu arkasında koku bırakarak büyük bir yemek bulursa hemen gruba haber verebilmek için. Genelde şeker ve ekmek kırıntısı bulabiliyordu taş duvarların arasından geçerek girdiği ve girince sıcaklıkla karşılaştığı alanlarda,o da öyle her gün değil haftanın bazı günleri.Güçlü-kuvvetli olduğundan yemek bulma işini en iyi yapanlardandı. İlk zamanlarda çalışırken çok konuştuğu için önyargılı davranan Dede, biraz daha yaşlanmış olduğundan, onu dinlemek için gençlerin arasına karışıyordu. Genelde yiyecek ararken sadece işlerine konsantre olurlardı, zaten bir çoğunun aklına başka bir şey gelmez, hayatlarından memnun işlerini yaparlardı. O ise her gittiği yere bir göz gezdirir ve diğer arkadaşları bilmese de her gün yeni bir yere gitmeye özen gösterirdi. Bir gün çok ilerledi yuvasından, o kadar ki tekrar yuvasına baktığında, taşıdığı kırıntılardan bile küçük görüyordu onu. Müthiş bir koku çekiyordu oraya onu.
İçeriye girdi insan denilen canlı türlerinin yaşam alanıydı burası. İnsanların çok akıllı olduklarını söylüyordu ondan daha yaşlılar.O çok iyi tanımıyor bu yüzden de bir türlü anlayamıyordu onları; bazı insan türleri onları görünce sevinip 'bereket, elleme' diyordu, bazıları 'çığlık atıp kaçıyorlardı', bazıları 'ellerin de ne varsa yapıştırıyorlardı üzerilerine' bazıları ki en berbat olanları 'bir boru ile bir şeyin içine hapsediyorlardı onları'. Ve bazıları 'hiç umursamayanlar' yani o öyle zannediyordu o güne kadar.
İçeride insan türünün doğurgan olmayanı yalnız oturuyordu ki bu onun için büyük bir avantajdı. Bu türün doğurgan olanları arasında tüm canlılar için zehirli olan maddeleri, bir tek karınca için kullanabilecek derece de manyaktı. Bir çok türün doğurgan olmayanlarını, kendine hep daha yakın hissetmişti zaten, rahat canlılardı. İçeriden değişik kokular geliyordu burnuna, çok yorulmuş, açıkmıştı da. Yuvasına geri dönmeden burada bir şeyler atıştırmalıydı. İçeri gireceği yer insan türünün genelde yemek yediği alan, mutfaktı bu yüzden yiyecek bir şeyler bulacağına emindi ama bazen hiç güvenli olmuyordu böyle insanların kullandığı alanlar bu yüzden temkinli olmalı ve mutfak boşalınca girmeliydi.
İçeriye girdi, etrafa göz gezdirdi. Az önce mutfakta olan adam onların neredeyse bir kışlık yiyeceğini eline almış parlak, düz, üzerinde şekiller olan bir yere bakıp sonra elindekinden bir ısırık alıp, aldığı ısırıkla günlerce doyarlar, o parlak yerin önünü parmaklarıyla dövüyor. Daha sonra bakmaya devam ediyor ve hep aynı şeyleri tekrarlayıp dururken de bir yandan yemeğini yiyordu. Dede' nin dedikleri geliyordu aklına 'en çalışkan bizi bilirler canlılar arasında' demişti fakat insanlar yemek yerken bile bir şeyler yapıyor, yemeklerini bile rahat yemeye fırsatları yok demek ki diye geçiriyordu aklından ve yemek deyince çok acıktığını hatırlıyordu. Hiç aramasına gerek kalmadı yiyeceğini zaten, sağolsun bu adam yemeğini hazırlarken ganimet bırakmıştı ona.
Yemeğini yeyip kendine geldikten sonra onu buraya sürükleyen kokuyu baskın şekilde duymaya başladı yine. Adama şöyle bir göz attı, hala çalışıyordu demek ki rahat rahat arayabilirdi bu güzel kokulu yiyeceği. Adamın kendine yemek hazırladığı bölümden indi kokunun geldiği tarafa yöneldi, camın kenarında bulunan düzlükte, kocaman bir arı. Öleli çok olmamış, etinde ki protein tüm yuvaya yeter.
'Bizim için yemek bulmak değil sorun olan, onu yuvaya taşımaktır' demişti Dede zamanın birinde ve şimdi anlıyordu çok haklıydı. Arıyı iterek aşağıya düşürse çıkışa kadar taşıyabilirdi anca, belki oraya kadar bile taşıyamazdı çok büyüktü çünkü. Kendince arıyı taşımak için yollar arıyordu ki arkadaşlarının ayak seslerini duydu. Onun geride bıraktığı kokuyu takip etmişlerdi. Normalde arkasından onlar gelmede o yuvaya yiyecekleri taşımaya başlamış olurdu fakat bulduğu bu dev yiyeceği hep beraber bile zor taşırlardı. Yukarıya çıktıkça onlarda yiyeceğin kokusunu alıyorlardı tabii. Onları geri çevirmeliydi. hemen yola koyuldu eli boş.
Evin girişine gelmeden çıktı karşılarına, anlattı durumu. Aralarından biri 'yalnızken bile nasıl taşırım diye düşünmüşsün bir de hep beraberken deneyelim ne kaybederiz' dedi. Haklıydı ve geri dönmeye hiç niyetleri yoktu ama çok da heveslendirmemek için yeni bir çözüm buldu 'İçeride bir yığın kırıntı var eğer arıyı taşıyamazsak herkes taşıyabildiği kadar kırıntı götürür yuvaya' dedi. Böylece arkadaşlarının ve daha küçük işçilerin boş yere güçlerini kullanmalarını önleyebileceğini düşündü.
Arıyı gören her işçi çok hevesleniyordu onu yuvaya götürmeye. Arıyı ilk görüp onların buraya gelmesini sağladığı için işin komutası ondaydı. Bazıları arıyı aşağıya itecek, bir kısmı onu kapıya kadar sürecek, dışarıya çıkarmada son kısım ki işin en zor kısmı kaldırıp yüksekliği aşmaları gerekecekti. Bundan sonraki kısımlar kolay sürüyüp, balkonlarda suyun akması için yapılan yerden boşluğa bırakacaklardı.
İlk aşağı atma işi gerçekleşti, sevinç çığlıkları koptu. Hemen aşağıdaki diğer çalışanlar kapıya doğru itmeye başladılar zordu ama yinede hareket ediyordu arı. Bu işleri yaparken mutfak denilen alanda çalıştıklarından yiyecek bulmakta zor olmuyordu, güçsüz kaldıklarında ama kimse arıdan bir ısırık bile almıyordu. Yuvaya bu arıyı bütün götürdüklerinde onları bekleyen bakışları hayal ettikçe daha çok hırslanıyorlardı. Çok zaman geçti, her seferinde arıyı kaldırabildiklerini zannediyorlardı fakat, boş çaba harcıyorlardı, çok yüksekti çıkış; tam üç kişinin boyu kadar. Ama hiç kimse vazgeçmiyordu, bir işçi olmayacak bu dese bıraksa belki diğerleri de arkasından bırakacaktı. O da susuyordu, bu kadar zaman uğraştıkları yemeği burada bırakmak içine sinmiyordu ama çare de yoktu işte. Arı onlara göre çok büyüktü. Dede genelde olduğu gibi yine haklı çıkmıştı, yemeği bulmak değildi kahraman olabilmek.
Onlar arı ile uğraşırken adam yerinden kalkmış, fark etmemiş. Nerede olabilirdi? Arkadaşlarını ve onu görmüş müydü? Yoksa o borulu, çok sesli aleti mi almaya gitmişti? Çok kişi hayatını kaybediyormuş o aletin içine girerken ama içine girince canlı kalabilmek de hiç zor değilmiş, yiyecek bolmuş içinde. Hatta dayanabilirsen tekrar toprağa ayak basa biliyormuşsun ki bu hikayeyi evine geri dönen biri anlatmış onlara. Adam kıyafetlerini toplayarak geldiğine göre ihtiyaçtan kalkmış ayağa, yoksa çok işi var zaten saatlerdir ekranın önünde. Ama şimdi ekrana doğru değil mutfağa doğru geliyormuş onları görmemesi de imkansızmış. Kokuyu duyan genç işçiler de geldiğinden çok kalabalık olmuşlardı. Hep doğurgan olan insan nesline laf atar, sonunun onların aşırı titizliğinden olacağını düşünürdü fakat şimdi bir adam onlara bakıyormuş. Kocaman, ince,  uzun bir şey tutuyormuş elinde sonra ondan daha büyük ve kalın olanından su doldurmuş içine. O anda boğularak ölmek hiç düşünmemiştim diye geçirmiş içinden. Arkadaşları kendilerini kaptırmış hala arıyı kaldırmaya çalışıyormuş o da hiç ses etmiyormuş onlara. Ne gereği var ki birazdan belki boğulacağız dese kaçı kurtulabilirdi ki diye geçirmiş aklından. Bunları düşünürken arkadaşlarına dönmüş, boğulmadan önceki son anı bilmek istemiyormuş. Beklemekten sıkılınca adama dönmüş yine, bir de ne görsün adam dikmiş bardağı ağzına içiyormuş suyu. İnsan oğlunu anlamak çok zor ne olacak şimdi? Onları boğarak öldürmeyecekse ne yapacak, zehir kokusu falan da yok. Adam öylece dikiliyormuş, çalışan arkadaşlarını izlediğinden eminmiş o. Adam yeni bir plan yapmadan hem onların da canını bağışlamışken buradan herkesi götürmenin en iyisi olacağını düşünmüş ve arkadaşlarına seslenecekken çok geç kaldığını anlamış. Adam harekete geçmiş, onlara doğru geliyormuş, en acımasız hareket olan insan şekli hepsini ezecek. Arkadaşları üzerine düşen gölgeyi fark etmiş kaçışıyorlardı bazıları, ama insanlar çok büyükler bu yüzden öyle kararlarından kaçmak mümkün değilmiş.
Derin bir sessizlik oluyor önce, sonra soluk alabildiklerini fark etmişler. Hayattalar ve adamın gölgesi üzerilerinde değilmiş sonra dışarıdan sesleri gelmiş bazılarının 'buradayız, iyiyiz ve arı yanımızda, bir itişte onu dışarı atmayı becerdik' Olayın farkında olanlar kahkahayı basmışlar. İçeridekiler dışarıdakilere insan türünün onlara olan yardımını anlatıyormuş. Anlık sevinçten sonra yine işe koyulup ziyafeti evlerine taşımaya koyulmuşlar. Yuvaya sapa sağlam götürdükleri arının hikayesi, genelde kendisinden başka hiçbir türü düşünmeyen insanoğlunun hala bencil olmamış olanlarının da varlığı hikayesinin gerisinde kalmış kulaktan kulağa anlatılmış, tabii bir de bu işin asıl kahramanı olarak hep o gösteriliyormuş. O yalnız olmadığının farkındaymış bu kahramanlıkta; arkadaşlarının, orada çalışan küçüklerin ve en önemlisi adamın da payı varmış. Fakat yine de konuşmalarda adının geçmesi hoşuna da gitmiş.
Şimdiye kadar ki çalışkanlığının fark edilmesi, taktir edilmesi güzelmiş ama bunu adama borçlu olduğunu unutamıyormuş. Arkadaşları her konuşmalarında adamdan bahseder olmuşlar. Ölü bir arının o türe çok yararı olmaz bunu biliyorlarmış ama yinede adama borçlu hissediyorlarmış kendilerini. Dede anlamış onların konuşmalarından, borçlarından dolayı rahatsız olduklarını ve anlatmaya başlamış; 'Eskiden insan türü bencil, çıkarcı değilmiş. şimdilerde karıncalar bereket diyorlar ama değil, şimdi yiyecek aramaya gireriz her yere. O zamanlar yiyeceklerini saklamaz, fazla olanını paylaşırmış insanoğlu. İşte o zamanlarda ki neslimizin, boş vakitleri olurmuş bu sebepten. Tabii yapacak çok şey de bilmediklerinden bizimle yemeklerini paylaşan bu insanlara dua eder, onların yanında kalırlarmış. Böylece ne kadar çok bizden varsa evde o kadar bereket oluyor gibi gözüküyormuş. Bizde bu yüzden bereketin simgesi olmuşuz. Şimdi anlıyorum ki karşılaştığınız adamın mayası eskilerden, ve yapabileceğiniz şey her nefesinizde onun da yiyeceğinin bollaşması için dua etmek, borcunuzu da ödemiş olursunuz böylece bir parça belki' demiş yorgunluktan uyuya kalmış.
Bir çoğu gibi adamla yaşananlardan sonra onunda gözüne uyku girmemiş. Herkes Dede nin etkisiyle dua ediyormuş adama. O da ediyormuş ama yiyecek bereketi için değil parlak, devamlı baktığı işi için, her şey yolunda gitsin, işinde vazgeçilmez olsun diye.


9 Şubat 2012 Perşembe

HAYALİYDİ...(DEVAMI)


Bir pazar gezisini daha bitirmek, her zaman olduğu gibi veda etmek yerine sadece çıkıp gitmek için ayağa kalkıyordu ki annesinin ve babasının ne kadar uzun süredir sustuklarını fark etti. Ne zamandan beri sessizliği paylaşa biliyordu onlarla, ne zaman onun durumunu kabullenmişlerdi, ne zamandan beri şikayet etmiyorlardı... Ona bakmıyorlardı ikisi de dönmüş televizyon izliyorlardı genelde yaptıkları gibi. Annesi, iki üç hal hatır sorduktan sonra, o gelecek diye biraz geciktirilmiş, onlar için kahvaltı sonrası neredeyse vazgeçilmez olmuş olan, türk kahvesi yapmış, birlikte içmişlerdi. Kirli fincanlar sehpanın üzerinde kalmış olağan günleriymiş gibi davranıyorlardı; sanki pazar değilmiş, o orada değilmiş. Bunları düşünüyordu ama uzun süredir hiç pazardan başka bir gün gelmemişti bu eve. Ama biliyordu işte, tanıyordu anne-babasını. Televizyon kanallarında ona çekilmez gelen her programı izlemelerini, anlaşamadıkları kanallarda birbirlerine laf atmalarını, her seferinde babası galip gelecekken nasıl oluyorsa annesinin istediğin kanalı izlemek zorunda kaldıklarını... Bu kadınların zaferini hiç anlamadı, hoş anlamaya da çalışmadı ya neyse. Annesi farklıydı ya da ona diğer kadınlarda farklıymış gibi gelirdi hep, çocukluğundan beri imrenmişti onun babasına karşı olan sadakatini, babasını sırf bu yüzden kıskanıyordu. Öylece düşünürken babasını daha az tanıdığını fark etti. Nasıl bir adamdı? Seçimlerini yaparken sadece yol göstermişti babası ona, asla zorlamamıştı. Hatta en son üniversiteyi bıraktığında en çok üzülenlerden biri olmasına rağmen en erken o vazgeçmişti onu yargılamaktan fakat bakışları, sessizliği canını acıtmıştı. Biliyordu küçüklüğünden beri babası güvenmişti ona okul başarısı konusunda, bu yüzden en çok onu hayal kırıklığına uğrattı okulu bıraktığında, oysa annesi tekrarlardı hayal kırıklığına uğradığını. Şimdi ikisi de oturmuş bir kanalın sabah kuşağında birbiri ile evlenme ihtimali olan iki kişinin birbirine yakışıp yakışmadığını tartışıyorlardı, hem de baya baya birbirlerini eleştirerek. Hiç bozmadan durumlarını kalkıp gitmek istedi.
Uzun süre öyle dinledi onları, kendisini fark etmediklerini düşünüyordu. Bir hafta da bir kere görüşünce unutuluyordu herhalde insan. Hiç mi gelmemeliydi artık? Bunları düşünürken annesi dönüp 'Oğlum sence de haklı değil miyim, oğlan hem üniversite mezunu hem de yakışıklı olur mu lise mezunu kıza?' Öylece kaldı. annesinin bu okul merakı eskiden beri vardı, her şey dengi dengine derdi; Okulun adı bile önemliydi, iyi okullardan mezun olanlar iyi okullardan mezun olanlarla arkadaş olacak. Böyle olunca da üniversite okumuş bir erkekle liseli kız olmazdı tabii. Babası ise erkeğin tahsilinin yüksek olmasını kötü bir durum olarak değil hatta evlilikte iyi bile olabileceğini savunuyordu. Şimdi dönüp annesine  'Anne insanları etiketlendirme, herkes kendi tercihlerini yaparken çok şanslı olmayabilir, bazen senin düşük seviyeli diye düşündüklerinden de çok şey öğrenebilirsin... dese annesi çok üzülecekti. Ve daha önce annesini buna benzer konulardan defalarca  üzdüğünü bilse bile bugün yapmak istemiyordu.
Babası daha küskündü sanki, cevap bile beklemedi ondan. Annesine dönüp 'Çocuk programı izlemiyor ne soruyorsun ona' deyip eşinin üzüldüğünü görünce 'sen kızı neden beğenmedim, güzel kız işte hem çocuk eşinin çalışmasını istemiyor, bunlar iyi bence evlensinler' diyerek kıymetlisinin dikkatini televizyona çekmeye çalışıyordu. Nasıl bu kadar kıymetli olmuştu annesi babası için acaba?
Annesinin sorusuyla anladı o hep, o evdeydi. Hiç gitmemiş gibi. İlk zamanlarda sadece uzaklaşmasına kızdıkları için tepkiliydiler ona ama şimdi alışmışlardı. Eskiden olduğu gibi muhabbete karışırsa tüm buzlar eriyecek miydi? Denemeye değerdi; 'Bence bu çocuk bu kızla evlenmeli anne. Bir kere adam olmuş 35 işi var, evi var, bulamamış da dışarıdan birini. Çalışan bayanları evinin kadını olamayacak sanıyordur bu.'... Bu kadar etkili olabileceğini düşünmemişti, annesi ve babası ile konuşabiliyordu. Tamam konuştukları konu hiçbirini ilgilendirmiyordu belki ama yinede uzun zaman sonra çok güzeldi.
Bir ara annesi kalkmış, fincanları toplamış, meyve getirmiş, hep beraber yemişler. bu aralarda mutfağa girip çıkarken akşam yemeği yapmış. Yıllar önce olduğu gibi... Saat akşam yemeği saatine gelmiş masayı mutfakta hazırlamış annesi.

'Haydi yemeğe' diye bir ses yıllar öncesinin sesi 'Hep haber saatini nasıl da biliyor, gördün mü?' Yıllar öncesinin şikayeti. Mutfağa geçiliyor babası en dibe, annesi ocağa yakın ve onun yeri yine aynı yer; anne- babasına eşit mesafe. Hiçbir şey değişmemiş. Yemek yerken sessizlik oluyor ve uzun süre sonra ilk kez sessizlikten korkuyor. Fakat hatırlıyor sonra her zaman ki sessizlik bu. çocukluğunu değişmeyen kuralı, yemek yerken konuşulmaz.
Yemeğin sonlarına doğru hatırlıyor pazar da olsa  gitmek zorunda olduğu bir işi olduğunu ve neredeyse ilk kez gitmek istemiyor işe. Aslında işine gitmemek değil istediği tekrar dönebilmek bu eve, evine...
Annesi nasılsa anlıyor bakışlarından bir şeylerin ters gittiğini içinde 'Bir şey mi aradın oğlum' diyor. 'yok, hayır her şey aynı yerde zaten' diye geveliyor ve bozuluyor büyü. O ana kadar sanki hiç gitmemiş gibi davranırken hepsi, annesinin gözleri dolu veriyor. 'Aynı, bıraktığın gibi...'diyebiliyor sadece. Babası tamamlıyor söylemek istediklerini, sanki çalışılmış gibi çıkıyor kelimeler ağızlarından 'odan da aynı, yatağın falan. Anahtarı da değiştirmedik hani biz evde yokken ya da geç falan gelirsen işinden dolayı, öyle her zaman değil arada canın falan ister diye...' Babasının da gözlerinden yaşlar akıyordu. Ama tamamlanmıştı sözler. 'Tamam, ben o zaman işime gideyim, bittiğinde evimdeyim'.diyerek çıktı evden.
Arabasına binmeden onunda döküldü gözünden yaşlar. Uzun zamandır ilk kez ayıkken ağlıyordu hem de gerçekten mutluydu. Babasının 'işine' dediği kulaklarından hiç gitmiyordu. Çok uzun zamandır barındığı sadece kendi çığlıklarını duyduğu çatı katını seviyordu ama bu evdi onun evi.
Hayali, şimdi gerçek olmuştu. İstediği bir iş ve onu yargılamayan bir ailesi vardı. Artık daha başarılı olabilirdi ve artık sigarayı azaltmalıydı.Yaşaması için çok sebebi vardı; onun yanında olan, onunla övünen, yaptığı işi yargılamayan, onun gerçekten mutlu olmasını isteyen... bir ailesi vardı.

2 Şubat 2012 Perşembe

BİR KADININ CİNNETİ

Sıradan bir güne sıradan başlamak alışkanlık olmuştu onda. O alıştıkça bu duruma etrafındakiler de alıştı. Her sabah uyanıyordu, uyanmak değildi tabi onunki yaklaşık iki yıldır, yani kızı doğduğundan beri neredeyse hiç uyumuyordu. Aslında daha eskilere dönmek gerekiyordu, yaklaşık 5 yıl kadar önce okul bitmiş, mesleğini eline almış baba evine geri dönmüştü. Hayatta, hemcinslerinden bir sıfır öne geçmiş hissediyordu kendini. Öğretmen olmuştu hem de kız meslek liselerinde eğitim verecekti. Nasıl bir zamanlar onu, okuması için yönlendiren öğretmenleri olmuştu o da birçok öğrencisine bunu aşılayacaktı. Bir kadın olarak kendi ihtiyaçlarını kendi alacak, ileride çocukları olduğunda eşine muhtaç olmadan da onların isteklerine cevap verebilecekti.
Okul bittiğinde kpss yi hemen kazanamadı birçok arkadaşı gibi, bir yılı evinde geçirmesi gerekiyordu. 4 yıl önce üniversite için çıktığı ve sadece tatillerde misafir gibi geldiği evde yaşayacaktı. Başlarda kendi evi olduğunu sanıyordu; zamanla, kurallarını artık tam olarak kabullenemediği barınak haline geldiğini kabullendi. Kaldı ki anne babası da her an gidecekmiş gibi davranıyorlardı ona. Odasını kardeşine göre düzenlemişlerdi, eşyaları için yeni yerler açmak yerine her an gidecekmiş gibi toplu durmasına özen gösteriyorlardı. Olaylara iyi tarafından bakmak gerekir düşüncesiyle kpss mın iyi geçip gideceğimi düşünüyorlar herhalde diye katlanıyordu bu duruma ama işin kokusu daha yarı dönem bitmeden belli oldu. Biri vardı; öğretmen olmuş, atanmış, ailesi de temiz, tanıdık her şeyiyle ona uygun... Sadece tanış-görüş istemezsen yine de olmasın diyen herkes, daha iyisini de bulamazsın, ne istiyorsun ki evlen gitsin, yaşında geldi, çocuk ne zaman yapacaksın... diye bir sürü şey de ekliyordu görüşlerine. 
Tanıştı o da. Küçük bir ilçede yaşıyordu. Gerçekten hayattan ne bekliyordu? Bugün olmazsa yarın evlenecekti zaten. Hem öğretmen olan müstakbel eşi de atanmasını istiyordu, çalışması için onu destekliyordu. Açıkçası tipini de beğenmişti, uzun boylu renkli gözlü, esmer, eli yüzü düzgün bir adamdı. Üniversiteye gitmeden önce de gelen olmuştu bu şekilde, evdekilere kalsa o zaman bile düşünmeliydi evlenmeyi. Kız kısmına 'alan pezevenk baksın' denirdi buralarda, okuyup ne yapacak çocuk falan derken ev işleri yeter onlara. Ama o eğitimini tamamlamadan hiç düşünmemişti evlenmeyi ve şimdi bitmişti işte okul. Hem mazereti kalmadı hem de etrafındakilerin bu kadar onayladığı, onun da içine bu kadar sinecek kimi bulacaktı bu yaştan sonra. Kabul etti evlendi şimdi bir de çocukları olan adamla.
Evlendikleri günlerde, ataması olmadan, özel bir okulda çalışıyordu sonrasında kpss den yeterli puanı aldı atandı ama eşiyle oturdukları evden 3 saat uzaktaki başka bir şehre. Daha eşini yeni tanımaya başlamışken ayrı evlerde yaşayacaklardı. 
Evlilikten çok büyük beklentileri olmadığından iyi gidiyordu her şey. Eşi tam Türk ailelerinde yetişmiş erkek çocuğuydu; mutfağa neredeyse hiç girmeyen, kadının görevleri evin içinde yapılan işler, erkeğin görevleri evin dış işleri diye düşünen. Çok yabancı değildi bu duruma babası ve erkek kardeşi de bu modeldi zaten. Ama sorun annesinin ev hanımı iken, onun çalışan bir bayan olmasıydı. Bu yüzden evden biraz uzaklaşıp eşinin evde yalnız kalması ve kendine bakması iyi olacaktı. Böylece çalışan bir bayanla evlendiğini hatırlayıp görev paylaşımını tekrar değerlendirebilir diye düşünüp atamasının evinden uzak olmasını bile sorun etmedi.
Artık kadrolu öğretmenlerdi eşi ve o, yaşadıkları ülkenin birçok mezun olmuş öğretmeninden daha şanslı iki insan. Tüm yakınları tarafından takdir ediliyordu durumları ama bir yandan da ne bekliyorsunuz artık çocuk yapsanıza sesleri yükseliyordu. Her şey uygundu dışarıdan bakıldığında ki o ve eşi de aksini düşünmüyorlardı. Bir yıl sonra eş durumundan gelecekti nasılsa evine.
Hamile kalınca, bir de evli barklı kadın yalnız kalmasın diye annesi ve babası onunla gitti atandığı yere. Tekrar ebeveynleri ile kalıyordu fakat bu sefer ev sahibi o idi. Babası yorulmasın diye alış verişe, annesi yorulmasın diye ev işlerine koşturuyordu, bu arada çalışıyordu tabii. Bu tempoda bir yandan karnı da büyüyordu. 
Son ayda evine geldi izin alarak, doğumdan sonra da izni vardı. Sonrasın da yaz tatiline gireceklerdi zaten tüm okullar. Sadece ev hanımıyken eşinin okuldan gelmesini beklemek, yemek yapmak, çamaşır yıkamak, çocuğunun doğumunu beklemek... hiç zor gelmiyordu ona. Öyle bir zamanda, doğuma 20 gün kala daha bekleyemeden dünyaya geldi kızı. Daha sezaryenle mi normal mi doğuracağına karar veremeden normal doğdu. Küçücük nefesi alırken bile yorulan, emmek için hiç gücü olmayan küçük bir kız. Eşi birçok Türk erkeği gibi oğlu olmasını istiyordu ama kızı olmasına da sevinmişti en az onun kadar. Evliliklerinde her şey tamdı artık dışarıdan-içerden bakılınca. 
Doğum iznini, yaz tatiliyle birleştirip 5 ay evinde geçirmişti. Stajyerliği bitmediğinden ilk eş durumu tayinine başvuru yapamadı ve geri gidecekti işine hem bu sefer yalnız da değildi artık kızı da vardı. Eşi yine evinde kalacaktı. Baba olmak hele de daha çocuk küçükken ne kadar kolaydı sadece herkes gibi çocuğu sevmekti görevi, bakım dedikleri para kazanmaktı ki onu çalışan tüm bayanların da yaptığı hep göz ardı ediliyordu, hoş ne yapacaklardı ki adamlar, 6 ay boyunca anne sütü içen bebeklere nasıl bakacaklardı diye düşünüyordu. Anne ve babası sağ olsun düzenlerini bırakıp bu sefer hem de torunları olduğu için daha bir istekle geldiler onunla görev yerine. 
Kendine ayıracak çok zamanı olmuyordu artık. Gece sabahlara kadar 6-7 kez uyanan bir çocuk, evinde çocuğunun yanında duran anne ve babası; yemek yapması, temizlik yapması, çocuğunu doyurması-temizlemesi- uyutması- emzirmesi gerekiyordu. Bir yandan da düşündüğünde tüm istediklerini elde etmiş durumdaydı bir işi, eşi vardı, hep istediği kız çocuğu olmuştu ama hayallerinde böyle değildi bu istekleri sanki. Hep aklından bu yıl geçince her şey iyi olacak diye geçiriyordu. Eşinin yanına atanacak normal bir aile gibi yaşayacaklardı.
Gel zaman git zaman kızı 8 aylık olduğunda eş durumu ataması ile ara dönemde atandı eşinin yanına. Ailesinde herkes mutluydu; o eşine, çocuğu babasına kavuştu diye, o da mutluydu bunlara ama yeni bir okul, bilmediği yeni ortamında onu beklediği aklındaydı hep. Ara tatilde evinde eşi ile her şey güzeldi. Ev hanımlarının olağan günleri gibi zevkle baktığı çocuğu, yemeklerini severek yiyen kocası, bulaşık, ütü, çamaşır...hepsine yetmeye çalışıyordu. 
Tatil bitiminde çocuğa okuldayken kimin bakacağı problem oldu. Anne ve babasının yaklaşık 1 yıl yaptıkları fedakarlıktan sonra evi yakın olan eşinin annesine düştü bu görev. Hakkını da vermek lazım iyi ilgileniyordu torunuyla. Sabah kalkıyordu eşini uyandırıyordu annesini almaya gitsin diye, daha sonra kahvaltıyı hazırlayıp çocuğunu emzirip biraz daha uyumasını sağlayıp giyiniyordu işe gitmek için. Eşi annesini getirdiğinde bir şeyler atıştırıp çıkıyordu evden, arabayla yarım saat uzaklıkta ki okula gitmek için. Saat 3 gibi eve geliyordu kızını emzirip uyutup ev işlerini yapmaya başlıyordu. Eşi onun yokluğunda evde durmak yerine annesine gittiğinden ev işlerine karşı iyicene tembelleşmişti. Atanıp giderken eş, temizlikçi, aşçı, öğretmen iken şimdi bir de anneydi artık bu evde. O dönem nasıl olduysa bitmişti, okul da yeni olması, yarım dönemde başlamış olmak daha az işine yoğunlaşmasını sağlamış, ev de hiç düşünemediğinden otomatik gibi her şey kendiliğinden olur hale gelmişti. 
Yaz tatili gelse de evde bir düzene girsem derken yaz tatili başlamıştı. Rahat bir nefes aldı. Artık eşi ve kızı ile yeni bir düzen kuracak hayatına çeki düzen vermeye çalışacaktı ama eşi onun için plan kurmuştu bile tatile anneleriyle gidecekler hem çocuğa annesi bakacak onlar rahat edeceklerdi. Çok güzel düşünmüştü eşi bu yüzden kabul etti, hoş etmese de karar verilmişti. Tatil her tatil gibi iyi geçmişti. Tatil dönüşü kendi ailesinin sitemi üzerine onlara kalmaya gittiler. Neredeyse torunlarını onlara göstermemekle suçlanıyorlardı hoş ne zaman isteseler geliyorlardı görmeye ki gelsinler zaten. Öyle böyle tatil de bitmişti. Bu arada 1 yaşını çoktan bitiren kızları hala emiyordu annesini. Kulaktan duyma ve hekimlerinde söylediği anne sütünün çok faydalı oluşu ve uzun süre emzirilmesi gerektiği her fırsatta hatırlatıldığından ve bir de anne olarak bunu yapmaktan hoşlandığından devam etmişti emzirmeye.
Okul kapanırken nasıl bir düzen varsa kaldığı yerden devam ediyordu her şey. Sadece gece saat 11 de uykusuna yatan kızı sabaha karşı 2 buçuk 3 gibi uyanıp emmeğe başlayıp sabah kalkma saatine kadar meme ağzında uyumak istemesi ve bu arada neredeyse hiç uyumadan işe gitmek zorunda kalması dışında her şey aynıydı. 
Artık yeni dönemde benim okulum, benim sınıfım diyebiliyordu. İşin de yeni yöntemler izlemek istiyordu ama bilgisayara oturduğunda yanında bitiyordu kızı. Sadece işle ilgili durumlarda değildi, kızıyla ilgilenmesi gereken durumlar; yemek yapmaya çalışıyordu, kızı ondan önce mutfağa girmiş bir yerleri karıştırmaya başlamış oluyordu, uzun süredir makyaj yapmadığı gibi kızı karıştırmasın diye kaldırdığı makyaj eşyalarının yerini bile unutmuştu, gündüzleri bırakıp okula gittiğinden evde tuvalete bile giderken peşinden geliyordu kızı. En son ne zaman yalnız bir şey yapmıştım diye düşünmeye zamanı bile yoktu. Kaldı ki üniversite de yalnız avm lere gidip alış veriş yapmaya bayılırdı. 
Artık emmemesine geç de olsa karar verdikleri bir gece kızlarını babaannesinde bıraktılar. Böylece sabaha kadar memesiz uyuyacak, ertesi günde zaten yediği diğer yiyeceklerle karnı doyup emmemesi sağlanacaktı. Kızının evde olmadığı gece alışkanlıktan ya da kızı ile ilk defa ayrı kaldığından bir türlü uyuyamadı, yanında yatan adama bakıp uzun süredir düşünmediği hallerini düşünmeye başladı. Eşi evlendiğinden beri nelerden vazgeçmişti; tuttuğu takımın maçlarını hiç kaçırmadan statta izlerdi hala her hafta kaçırmıyor, arkadaşları ile haftada bir gün buluşurdu, hala atlamadan her hafta buluşuyorlar, araba kullanarak stres atıyordu hala kızları çok ağladığında arabanın anahtarını eline alıp çıkıyor… saydıkça sinirleri daha çok bozuluyordu. Kendine geçip nelerinin değiştiği düşünmek bile istemiyordu ama geliyordu aklına işte; arkadaşlarını hiç görmüyordu uzak bir ilde üniversite okuduğundan orada kalmışlardı, gitmek istese yatılı gitmesi gerekiyordu ki evlendikten sonra mümkün olmadı bu. Neredeyse her hafta yeni bir şeyler alırdı eskiden kendine öyle vardan da değil yemezdi-içmezdi kıyafet alırdı, şimdi maaşı vardı ama dışarıda harcayacağı zamanı yoktu. Saçlarının rengini değiştirirdi, şimdi ise kendi saçına en uygun olan rengi evde kendi boyamaya çalışıyordu o da beyazları çıkarsa, ihtiyaçtan. Sinemaya da giderdi öğrenciyken şimdi ‘ne gerek var, evde izleriz’ diyor kocası. Evde de izlemek güzel olur tabii ama kızları evde sıradan bir dizi izlemeye fırsat vermezken filmi nasıl ve ne zaman izleyecekler? Bunları düşünürken göğüsleri sızlamaya başladı, doluyordu sütle. Kendine baktı 48 kiloydu evlenirken annesi, teyzeleri hatta birçok kadın gibi şimdi 62 kilo olmuştu. Evlenince almıştı biraz, onları vermeden hamile de kalınca göbekli şişko bir şey olmuştu doğumdan sonra. Diyet yapmasına da karışmışlardı ‘emziriyorsun diyet yapılmaz’ demişti etrafındakiler, işine geldi onunda. 
Düşündükçe uykusu açılıyordu sanki. Yatak odasında ki düğün fotoğrafı takıldı gözü; eşi, o fotoğraftaki adamdı hala ama onun, gelinliğine girebilmesi için neredeyse içinden iki tane daha bebek çıkması gerekiyordu. Odada bütün küçük eşyalar yükseklere kaldırılmış, bebeğin beşiği yerleştirilmek için yatak odasının düzeni bozulmuştu. Dağınıklığı ilk kez bu kadar net görebiliyordu, sürgülü kapakları tam kapatılmamış gar dolap, çekmecelerden fırlamış çamaşırlar. Odada gezinirken gözleri, saten-dantelli geceliklerin olduğu çekmecenin ne kadar düzgün durduğunu fark etti. Anne olduğundan beri neredeyse hiç giymemişti onları. Gar dolabın içinde ki çantayı fark etti, kaybettiği makyaj eşyaları vardı içinde, hatırlıyordu; kızı okuldayken makyaj eşyalarını karıştırmış, annesi de mavi çantasının içine doldurup gar dolabın içine koydum demişti. Gözlerini çevirmiyordu odada başka bir yöne daha fazla, çünkü eşyalar dillenmiş ona bu zamana kadar evliliği için nelerden vazgeçtiğini, yaptığı fedakarlıkları bir gecede göstermek ister gibiydi. O inat ettikçe bir eşya daha dilleniyordu; saat seslendi ‘bak ben yine çalışmıyorum, eskiden uyandığında ilk bana bakardın şimdi neymiş kocan sesimden rahatsız oluyormuş’. Komidin durur mu ‘Bak benim üzerimde kitap okumak için konulmuş abajur vardı şimdi nerede olduğunu bile bilmiyorsundur eminim, okumuyorsun çünkü’. Eskiden giydiği topukluların sesleri duyuldu dolaptan ‘Bari kutularımızdan çıkarda arada hava alalım’ diye sitem ettiler. Gar dolabın üzerine katlanıp konulmuş saten yatak örtüsü ‘En son beni serdiğin zamanı unuttum, artık kullanmayacaksan daha ilerlere kaldır da yatağın berbat halini görmeyeyim’. Daha birçok eşya dile gelmiş o gece en sonunda dayanamayıp ağlamaya başlamış artık, ne kadar yüksek sesle ve ne kadar uzun süre belli değil. Bir ara seslere eşinin de sesi katılmış ama eşyalar o kadar yüksek sesle konuşuyorlarmış ki eşinin sesini net duyamıyormuş. Ne yapacağını şaşıran adam göğsüne bastırmış onu, iyi gelmiş başını bastırmak, kulaklarını tıkamak eşyaları duyamaz olmuş belirli süre sonra uyumuş mu, yoksa yorgunluktan bayılmış mı bilmiyor ama odada yalnız açmış gözlerini. Eşyalara bakmış kapamışlar çenelerini fakat içeriden sesler geliyormuş bu seferde. 
Artık o gece eşyalarla ne konuştuysa eşini kahvaltı hazırlarken bulmuş, kızı misafirlikten dönmüş kendi kendine oynuyor oyuncaklarıyla... Bunun köklü bir değişiklik olmadığı kesindi ama bir yerden başlanmıştı işte.